The Plan
Oyunların günümüzde bile ciddi bir sanat formu olarak göz önünde olduğunu söylemek mümkün değil. Hatta “gamer” diye adlandırılan camiada bile oyunların bir sanat formundan ziyade bir eğlence formu olarak kabul edilmesini gerektiğini, sanat formu olarak oyunların teknolojinin ve oynanışın doğası gereği diğer sanat formlarına kıyasla her zaman daha güçsüz olacağını savunan bir görüş hala hakim. Hal böyle olunca Spec Ops: The Line, Brothers – A Tale of Two Sons, Emily is Away, To The Moon gibi oyunlar istisna olarak kalıyor. İstisna olarak kalmalarının yanı sıra Brothers hariç diğer sanat mecralarında da bulunabilecek hikaye, görsellik gibi özelliklerin yanında oynanışı da “yüksek sanatın” bir parçası haline getirmek gibi bir çabası yoktu bu oyunların, oynanış sadece etkileşimi sağlamak için bir araç haline gelmişti fakat asıl sanat olarak görülebilecek yönleri hikaye, görsellik, renk paleti, çizim gibi unsurlardı.
Manifestomuzda tam olarak anlatmaya çalıştığımız fikrin tam olarak pratiğe dökülmüş hali diyebileceğimiz The Plan’i incelemek bizim için oldukça büyük bir önem taşıyor.Norveç’in 30000 nüfuslu küçük Hamar şehrinden çıkan Krillbite Studio’nun 2013’te yayınladığı The Plan belki de Kierkegaard ile başlayan, Dostoyevski ile devam eden kuzeyin uzun kış geceleriyle harmanlanmış varoluşçuluk geleneğini sürdürüyor. The Plan’in büyüsünü bozmadan anlatmak oldukça zor fakat anlatılmadığı sürece de benim sadece arkadaş çevremden duyabildiğim oyunu daha az insan bilecek. O yüzden elimden geldiğince detaylara girmeden anlatmaya çalışacağım. The Plan oynanışı, görselleri, müziği, hikayesi ve felsefesi birbirinden ayrılmaz bütünlüklü bir eser. Oyunun her açısı daha önce görülmemiş bir şekilde birbirini tamamlıyor ve beş dakikalık bir oynanış süresinin sonunda bütün bir varoluşçu geleneğin kayda değer temsilcilerinin eserleri kadar yoğun bir melankoliye sürükleyebiliyor, belki daha da fazla. Bu da asıl olarak oynanış gibi diğer sanat türlerinde eşi bulunmayan bir bağlanma unsuruna sahip olmasından kaynaklanıyor. Alışılageldik oyun konseptlerinin dışına çıkan bir yerde oyuncunun aldığı aksiyonla anlatılan hikayeyi ve oynanışı baştan aşağı değiştirmeyi başarmak oyun dediğimiz medyumun harika bir kullanımı. Hiçbir oynanış bilgisi vermeden kontrolleri hem her oyuncunun içgüdüsel olarak bildiği bir şekilde tasarlamak hem de bu sayede aslında kendimizi özdeşleştirmenin zor olduğu bir karakterle bağ kurmamız yine kullanılan sanat formunun güçlü yönlerinin harika bir şekilde tahlil edildiğini gösteriyor. The Plan’i kafamda neredeyse özdeşleştirdiğim Kafka’nın Küçük Fabl’ını iki üç senede bir okumak yeterli olsa da ya da Warrel Dane’in muhteşem sesiyle yorumladığı Simon and Garfunkel şarkısı Patterns’ı aklıma geldikçe dinlesem de en az onlar kadar değerli olan The Plan gibi çizgisel bir oyun zaman zaman yükselen varoluşçuluk ataklarıma eşlik etmesi için ilk durağım oldu her seferinde. Sonunda ne olacağını bilmeme rağmen bazen beş dakikalık yolculuğun sonuna geldiğimde hırsla baştan başlamam da katarsis ihtiyacımı karşılıyor belki de. Bazı kısımların biraz daha detaylı olmasını isterdim sadece.
The Plan bir devrimdi. Belki ardından gelen oyunlarda The Plan’in etkisini görmek zor olduğu için bunu söylemek zor fakat Steam’deki yirmi bin küsur incelemenin ardından sonra bile The Plan’in tıpkı Avrupa’nın Rönesans’ta Antik Yunan ve Roma’yı tekrar keşfetmesi gibi keşfedileceğine inanıyorum, en azından umudum bu yönde.
9,6/10
Aşağıda Kafka’nın Küçük Fabl’ını okuyabilirsiniz.
“Heyhat” dedi fare, “bütün dünya gün geçtikçe küçülmeye devam ediyor. İlk başta o kadar büyüktü ki ürküyordum, koştum, koştum ve uzakta sağda ve soldaki duvarları görünce mutlu oldum ama bu uzun duvarlar o kadar çabuk daraldı ki ki bir anda kendimi son odada buldum ve köşede içine koşturduğum tuzağı gördüm.
“Sadece yönünü değiştirmen lazım” dedi kedi ve fareyi yedi.
Franz Kafka – Küçük Fabl
Çeviri: Barricadas