Trine Enchanted Edition
16-bit döneminde altın çağını yaşayan iki boyutlu platformların yıllar sonra dijital dağıtımın yayılmasıyla nekromansiyle mezarlarından kaldırılması sürecinin güzel oyunlarından birisi de Trine. Tabii oyun aslında iki boyutlu değil ancak bu yazının ilerleyen kısımlarının konusu. Frozenbyte’ın baş programcısı Jukka Kokkonen’in yan projesi olarak üzerinde çalıştığı Trine, ekibin geri kalanının geliştirdiği oyunun bütçe ve yayıncı problemleri sebebiyle çıkmaza girmesi sonucunda firmanın ana odağı haline geliyor ve böyle güzel bir oyun olarak bizlere ulaşıyor. Çağdaşlarının karanlık ve distopik temalarla dolu ortamlarının aksine, Frozenbyte bize masalsı bir Orta Çağ dünyası sunuyor.
Trine bugüne kadar başka RPGlerde binlerce kez oynadığınmış, kitaplarda okunmuş bir senaryoyla geliyor. Huzur ve barış dolu bir ortam varken kral ölür, ortaya yeni adaylar çıkar ve bu siyasi istikrarsızlık sırasında bir undead ordusu gelir ve krallığı tam bir kaos içerisine sürükler. Birbirlerini tanımayan kahramanlarımız ise bambaşka amaçlarla geldikleri bir mekanda antik bir nesne yüzünden tek bir bedenin içinde hapsolurlar. Ruhları tek bedende birleştiren Trine adındaki antik nesne de oyuncunun yolculuğunun başlangıcı olur. Her biri bir koruyucuya sahip ve farklı özelliklerde üç tane antik nesne vardır, kötülüğün yenilmesi ve kahramanların kendi bedenlerine dönebilmesi için de bunları bulmak gerekmektedir.
Oynamayıp burada dursam da olur bence.
Altın Üçlü
Dediğim gibi, oyun herhangi bir aşamasında ağız açık ekrana baktıracak bir hikaye ya da ters köşe içermiyor. Basitçe iki boyutlu ve fiziğe dayalı bulmacalarla oynanan bir platformdan da bunu beklemek büyük bir haksızlık olurdu. Bu bulmacaları çözmek için de az önce bahsettiğim üç karakterin farklı özellikleri devreye giriyor. Hikaye olarak pek fazla derin olmayan oyun en azından karakterlere de klişe de olsa farklı kişilikler vermiş. Özgüvensiz Amadeus, tek derdi ganimet olan Zoya ve yemek yemediği zamanlarda sadece savaş isteyen gerçeklikten kopmuş kişiliğiyle Pontius. İlk karakter olan büyücünün doğrudan bir saldırı yeteneği yok ancak etraftaki nesneleri hareket ettirerek veya çeşitli nesneler oluşturarak normalde ulaşılması mümkün olmayan yerlere ulaşabilmek için kendisine yol yapabiliyor. Ayrıca bu hareket ettirdiği nesneleri oyundaki standart düşman olan iskeletlere vurarak basitçe de olsa saldırı yeteneğine kısmen sahip olabiliyor. İkinci karakter ise bir okçu olan hırsız. Uzaktaki düşmanlara ok yağdırarak saldırabildiği gibi, fırlattığı kancayla da ahşap yüzeylere asılıp sallanabiliyor ve bu sayede yüksek yerlere çıkabiliyor ya da kendisini ileri fırlatabiliyor. Bu hareket genellikle sorunsuz bir şekilde gerçekleşiyor, hatta oyunun büyük bir kısmını büyücünün yeteneklerini kullanmadan bu şekilde geçmek mümkün. Bir Mirror’s Edge havası yarattığı ve daha akıcı bir oynanış sunduğu için oyunun büyük kısmını hırsız karakteriyle oynadım. Son karakter ise savaşçı. Bu da klasik bir hack&slash karakteri. Yakın dövüş için kılıcı ve kalkanıyla biçilmiş kaftan ve kalabalık düşman gruplarına karşı zaman zaman hırsıza göre daha etkili oluyor ancak bulmacaları çözmek için yetenekleri sınırlı. Tek kişilik modda bu üç karakter istendiği anda seçilerek dönüşümlü bir şekilde oynanıyor ve her birinin ayrı bir can ve mana havuzu mevcut. Ölen bir karakter olursa bir sonraki checkpointte tekrar hayata dönüyor, bu açıdan oyuncunun elinden fazlasıyla tutulmuş. Verebileceğim tek tavsiye ise hırsızı bir şekilde hayatta tutmak olmalı. Savaşçı tek başına uzun mesafelere erişemiyor, büyücü erişebilse de saldırı kapasitesi kısıtlı olduğu için çok sayıda düşman olduğunda fazla savunmasız kalıyor. Bu konuda tek hoşuma giden şey ise bulmacaların farklı karakterler ve yöntemlerle aşılabiliyor olması.
Karakterler için basit RPG mekanikleri kullanılmış. Her karakterin üç farklı yeteneği var ve ortak toplanan seviye puanlarını birbirlerinden bağımsız bir şekilde harcayıp bu yetenekleri geliştirmek mümkün. Deneyim puanı ve seviyeler ortak olsa da, her karakterin birbirinden bağımsız bir envanteri var ve yol boyunca toplanan eşyaları özelliklerine göre farklı karakterlerde kullanmak mümkün. Düşman çeşitliliği ise oldukça sınırlı. Saldırı mesafesine göre ayrılmış üç çeşit iskelet, nadir de olsa örümcek ve yarasa. Bölüm sonu canavarları ise fazlasıyla basit mekanikleri olan bir iskelet ve bir de troll benzeri bir yaratık. Bu kadar kısıtlı bir envanter de bir süre sonra insanın sıkılmasına sebep oluyor. Yarasa ve örümcek çok nadir karşılaşıldığı için oyun boyunca iskelet görmek ve bunların basit mekaniklerle hareket etmesi oyundaki savaş aksiyonunu zevkten çok rutin bir işe çeviriyor. Bunun üstesinden gelmek için yapılabilecek şey ise büyücünün yeteneklerini kullanarak iskeletlerin üstüne büyük taşlar atmak veya onları uçurumdan aşağı düşürmeye çalışmak. Sadistçe ama savaş bile olsa neden bir tarzımız olmasın ki?
Bir oyunda şelale varsa o oyun güzeldir çünkü şelaleler güzeldir.
Biraz daha oynasaydık
Bu kadar bulmaca dedikten sonra oyunun bulmacaları için söyleyebileceğim tek şey ise fazla kolay olmaları. Temel mekaniği fizik temelli bulmacalar olan bir oyunda zorlandığım herhangi bir anı hatırlamıyorum. Çok nadir de olsa düşüp öldüğüm yerler ise bulmacanın zorluğu değil benim yapılması gereken hareketi becerememem veya o an yapmak istediğimi oyunun yapmamasıydı. Açıkçası Trine bu konuda beni biraz hayal kırıklığına uğrattı, Portal’daki gibi durup düşünmeye gerek olmadan koştura koştura oynanması da oyunun süresinin kısalmasına sebep oluyor. Yaklaşık yedi saat civarında biten oyun biraz daha uzun olsun isterdim açıkçası. Özellikle son bölüme geldiğimde biraz şaşkınlık oldu açıkçası. “Nasıl yani? Bitiyor mu şimdi?” düşüncesiyle ekrana baktım.
Peri masalı gibi
Bulmacaların bu kadar kolay olmasına ne kadar üzüldüysem, tam tersi şekilde görseller ve müziklerden de fazlasıyla tatmin oldum. Başta bahsettiğim iki ve üç boyut konusuna dönecek olursam karakterler tamamen üç boyutlu bir dünyada iki boyutlu bir düzlemde hareket ediyorlar. Her bölüm oldukça detaylı tasarlanmış ve haritanın neredeyse her noktasında farklı bir sürpriz, farklı bir manzara mevcut. Hikaye ilerledikçe değişen bölümler hem atmosfere uygun hem de oyuncuyu sıkmayacak kadar farklı temalara sahip. Fantastik ormanlardan zindanlara, köylerden mağaralara kadar çok çeşitli bölümler bulmacaların tekdüzeliğini biraz olsun azaltıp tablo gibi manzaralar oluşturabiliyor. Frozenbyte’ın detaylara verdiği öneme bayıldım, şahane bir görsel estetikle de birleşince grafiklere söylenecek herhangi bir söz kalmıyor. Ses efektleri gayet yeterli, müzikler ise hem bölümlerin genel hızına hem de çevre tasarımına uyumlu bir şekilde ilerliyor. Oyunu bitirdikten sonra müziklerini açıp tekrar dinledim ve hiçbir şarkıyı atlamadığımı fark ettim. Genellikle karanlık temalara sahip soundtrack için Ari Pulkkinen oyunun görkemli atmosferini ve grafiklerini daha da yukarıya taşıyacak müzikler yapmış. Oyunun estetik departmanında hiçbir eksik yok, her şey olması gerektiği şekilde bir peri masalı gibi.
Dış Güçler HQ
Üçlüyüz, daha güçlüyüz!
Oyun tek kişilik modda üç karakteri tek bedende birleştirip oynatıyor ancak çok oyunculu modda aynı anda tüm karakterler kontrol edilebiliyor. Bu eğlenceli bir deneyim olduğu kadar ufak çaplı bir kaos oluşmasına da sebep oluyor. Genellikle büyücüyü korumak ve savaşçıyı platformlar arasında taşımak gibi yeni işler ortaya çıkıyor ve bu durumda bulmacalar biraz daha keyifli bir hale geliyor. Fazlasıyla kolay olan tek kişilik modun yanında çok oyunculu mod da çok daha eğlenceli. İçimden birkaç kez yapımcılarının da oyunu asıl olarak çok oyunculu haliyle yapmayı düşündüğünü ancak tek kişilik modu sonradan uyarlamış olabileceklerini ve yazıda bahsettiğim sorunların da nedeninin temel olarak bu olduğunu düşündüm, tabii ki bu sadece bir his. Orijinal oyunda çoklu oyuncu modu yoktu ancak tasarım sırasında ortaya çıkmış bir değişiklik olabilir. Tabii ki bunlar hep komplo teorileri, o yüzden söylediklerimin bir geçerliliği yok.
Herkesin seveceği bir oyun
Trine masaya yeni hiçbir şey koymayan ancak yaptığı her şeyi yeterince güzel yapan bir oyun. Oyuna başladığım ilk saniyede aldığım his Blizzard’ın bulmaca-platform efsanesi The Lost Vikings oldu, esinlenmemişlerse bile fazlasıyla andırıyor. Basit birkaç sorun haricinde hiçbir kötü yanı yok, muhteşem bir görsellik ve müzikle donatılmış, NVIDIA PhysX kullanımının en başarılı olduğu oyunlardan birisi. Türün hayranı olmayanları bile sadece bölüm tasarımıyla kendine çekebilir, uzun sürmemesi de böyle düşünenler için bir artıya dönüşebilir. Bu yazıda Enchanted Edition’dan bahsettim ancak orijinal oyunla aralarında çok büyük bir fark yok. Trine 2’da kullanılan grafik motoru ve çoklu oyuncu desteği dışında iki oyun tamamen aynı. Finlandiya’dan gelen bu güzel oyun bir şansı hak ediyor. Yazının başında da belirttiğim gibi çıktığı dönemdeki furyanın aksine siyah dolu ortamlar içermemesiyle bile diğerlerinden ayrılan Trine’ı alın ve deneyin, pişman olmazsınız.